Çocukluk yıllarımda köyde yaşam

(1950 ve 1960’lar)

Bu bölümde yazacaklarım genelde benim çocukluk dönemimle ilgili olsa da bazen daha eskilere gideceğim. Yeri geldikçe genellemeler yapıp köyün dışına, şehirlere gideceğim. Bazense benzer konular iç içe girebilecektir. Bir vesile ile anılarımızdan bahsedeceğim. Arada sırada hayatımıza dair çıkarımlarda bulunacağım. Özetle siz değerli okuyucularla biraz sohbet edeceğiz.

Yazları köyde yaşam bir başka zordu. Kışın kar ve soğuk vardı ama tüm senenin hazırlıkları yazın yapılırdı. Baharın gelmesi hepimizi ama özellikle hayvanlarımızı çok mutlu ederdi. Çünkü bütün kış kapalı alanda kalan dostlarımız dışarı çıkıp toprağa kavuşunca rahatlardı. Üstelik kısa süreli de olsa yakın mesafede, köy içerisinde takılırlardı. Daha sonraları onlar için günlük 5-10 kilometrelik yayla turları başlayacaktır.

İlkbaharla beraber arazide bazı lokasyonlarda kendiliğinden yetişen yenilebilir otlar, kışın ağırlığını üzerimizden atmamızı sağlardı. Rahmetli annem iki üç çeşit olan bu otları iyi tanır bunlarla lezzetli yemekler yapardı. Hatırlayabildiklerim arasında ehrida, lateriza, gadamide, kantaran otu ve zunzunayı sayabilirim. Yazla beraber çocuklar için mevsim meyvelerinden olan beyaz Frenk üzümü çok değerliydi. Şimdi köyümüzde birçok meyve yetişse de o zamanlar Mescitli’den meyve getiren Hüsnü ve Karamemet amcaları unutamadım. Çünkü onlar getirmese zerdali, kiraz, vişne ve dutu tadamayacaktım. Yazın sonuna doğru sırasıyla bizde yetişen erikler, armutlar, elmalar, ahlatlar ve yaban elması dediğimiz ayranmilo devreye girecekti. Yerantlı’da olan amcamın/dedemin elması hâlâ mevcudiyetini koruyan gerçek bir efsanedir. Yaşı bilinmese de yüz yılı aşkın olmalıdır. Bu yaşta hiçbir bakım desteği verilmemesine rağmen hâlâ meyve veriyor olması botanikçiler tarafından incelenmelidir. İlkbaharın bir başka güzelliği ise köyümüzde/dağlarımızda açan rengârenk çiçeklerdir. Adlarını hatırlayabildiklerim tutiye ve marandadır. Sarı, mor ve leylak renkleri bazı bölgelerde tüm araziyi kaplardı. Biraz daha üst kotlarda sonbaharda açan vargit çiçeklerinin yerini alan kardelen çiçekleri ise adeta bahara ve bizlere hoş geldin demektedir.

İlkbaharın gelmesi bir yerde bizlerin de rahatlaması demekti. Çünkü hayvanlarımızı ahırda sabah akşam yedirme ve içirme işimiz bitiyordu. O zamanlar bırak ahırlarımızı, evlerimizde bile su yoktu. Bu sebeple hayvanlarımızı merekten getirdiğimiz otlarla sabah ve akşam olmak üzere iki kere besler, günde bir defa da çeşmeye su içmeye götürürdük. Kar yoğunluğu sebebi ile hayvanlarımızı çeşmeye götüremezsek, suyu ahıra taşırdık. Kışın bir başka işi de ahırların temizliğiydi. Hayvanların dışarı çıkamaması yaza göre bu işteki yoğunluğu artırmaktaydı.

Bu vesile ile biraz da su ve çeşme sorunundan bahsetmek isterim. Karauçi’nin Çeşmesi Rasim Karakullukçu’nun evinin önünde, Sarandar’ın Çeşmesi ise Galos’taydı. İçmek için Galos’taki çeşmenin suyundan çok Karauçi’deki çeşmenin suyu tercih edilirdi. Bütün mahalle bu çeşmeye gelirdi. Rasim Karakullukçu evi yapmadan önce de çeşme oradaydı. Emir’de ise tüm su ihtiyacı Mahmut Öztürk’ün evinin önündeki çeşmeden karşılanırdı. Kuri’de bulunan su ise hiçbir zaman tercih edilmemiştir. O zamanlar evlekten akan su da kullanılabilir ve tavsiye edilmese de içilirdi. Su ahşap kufalarla sırtta veya bakraçlarla elde taşınırdı. Çeşme başlarında kufaları koymak için platformlar olurdu. Banyo yapmak için yeterli miktarda kaynatılan sular büyük bir bakır kazana (100-150 litre) konur, sonra soğuk su ile ılıtılırdı. Bakır maşrapalar su dökmek için kullanılırdı. Küçük çocuklar ahşap çamaşır teknelerinde yıkanırdı. Pis sular suluk tabir edilen yerlerden yeraltına verilirdi. Bu işlemin zahmetli olması sebebiyle her gün yerine genellikle haftada bir veya daha uzun aralarla yıkanılırdı. Bu süreçte şehirlerde de durum çok farklı değildi. Kalorifer sisteminin olmadığı veya yaygınlaşmadığı yerlerde banyoda bulunan termosifon denen kazan haftada bir odun veya kömür ile yakılır, sonrasında bütün ev halkı sırasıyla yıkanırdı. Çeşmeler, özellikle kadınların sosyalleşme alanı idi. Bir taraftan evin su ihtiyacı karşılanırken diğer taraftan konu komşuyla karşılaşılırsa dertleşilir, sevinçler paylaşılırdı. Büyük tencere, kazan ve tavalar genellikle çeşme başlarında yıkandığı için karşılaşmalar da olağandı. Yıkamak için deterjan yerine kül kullanılırdı.

İlkbahar geldiğinde yapılan bir başka iş ise bahçelerin ekimidir. Özellikle patates ve soğan tarlalarının ekilmesi önem arz ederdi. Çünkü bütün kışı köyde geçireceklerin tüketecekleri en önemli iki yiyecek maddesiydi. Bunun yanında bahçelere başta fasulye, kara ve beyaz lahana, ıspanak ve pazı olmak üzere köyümüzde yetişebilen diğer sebzeler de dikilirdi.

Karların kalkması ile beraber tarlalarda buğday, çavdar ve arpa ekimi başlardı. Bu ekimlerin bazıları ise sonbaharda yapılırdı. Ekimlerde kullandığımız araç saban ve onu çeken öküzlerimizdi.

Yazın bir başka etkinliği de kıştan çıkan kap kacağın kalaylanmasıydı. Kalaycı olarak Romenler (O zamanlar genellikle Çingene denirdi) gelirdi. Yazları ve yılda maksimum bir ya da iki defa geldikleri için tüm bakır kaplar toplanıp götürülürdü. Kalay yeri genellikle Astradios’un yanındaki Kasımoğulları’nın harmanıydı.

İlkbaharla beraber işlerimiz azalsa ve biraz rahatlasak da yazın gelmesiyle beraber hepimizi çok yoracak olan biçim mevsimi başlayacaktı. Çalışırken yorulmanın dışında bunaltıcı sıcaklar çekilmez olurdu. Biçime giderken herkes çıkınına yiyeceğini koyar, öğlen saati bir göze başında, dere kenarında ve mümkünse ağaç altında hep beraber yenirdi. Menünün vazgeçilmezleri haşlanmış patates, haşlanmış yumurta, tereyağı, tuzlu peynir ve ekmekti. Kaygana ve yağlı kete ise lüks sınıfındaydı. Çünkü onları yapacak zaman yoktu. Su kaynağı bulunmadığı için getirilen su, soğuk tutan çömlek testilerde veya küçük ahşap kufalarda taşınırdı. Çünkü biçin mevsiminde havalar çok sıcak olduğu için su ihtiyacı zirve yapardı. Bir de içlerinden yorgun olanlar öğlen yemek sonrası, yarım saat veya bir saat kestirirdi. Biçin için kadınlar orak, erkekler ise tırpan kullanırdı. Tırpan için çevre köylerden gelen tırpancılar kiralanırdı. Keza orak için de yevmiye ile kadınlar istihdam edilirdi. Yazın külfeti çoktu. Herkes çalıştırdığı personelin yemeklerini de vermekten sorumluydu. Lokanta olmadığına göre yemekleri evin hanımı, çocuğu varsa babaanneler, anneanneler yapardı. Yemek yapınca da iş bitmiyor. Çünkü sırada yapılan yemeklerin çalışma mahalline götürülmesi vardı. Yemekler küçük veya büyük sefertasları ile taşınırdı. Dönerken de sadece boş kaplarla dönemezsin. Elinde kaplar varsa, sırtında da yakmak için toplanan çalı çırpı, o da yoksa ot ile gelinirdi. Biçilen otlar tereklenir ve kurumaya bırakılırdı. Otların kuruyacağı sürede yağmur yağması büyük bir zorluktu. Çünkü yağan yağmur hem otların kurumasını engeller hem de çürütebilirdi. Daha sonra biçilen, tereklenen ve bağlanan bu otlar insan sırtında, eşek veya at ile mereğe taşınırdı. Otları taşıyabilmek için bağlamak gerekirdi. Bağlama zavluk denen uzun saplı bitkilerle yapılırdı. Zavluklar kopmaya ve kırılmaya karşı önceden suya yatırılırdı. Atlarda semerin her iki tarafına genelde beşerden on bağ ot bağlanırdı. Hem biçin hem de taşıma, mümkün olduğunca erken saatte başlardı. Çünkü ten (nem) kalkmadan rahat rahat biçebilirdiniz. Biçin mevsiminin sonuna doğru harman işleri başlardı. Ekilen buğday, arpa ve çavdar hasatları yapılacaktı. Biçilen hububat harmanda harman tahtası ile dövülecek, sonrasında harman makinası ile mahsul samandan ayrılacaktı. Harman tahtası üzerinde oturmak biz çocuklar için bir eğlence olsa da bir süre sonra bıktırıcı olurdu. Çünkü bütün gün birisinin bu işleme nezaret etmesi gerekiyordu. Ayrıca harman tahtasını çeken öküzlerin dışkıları da takip edilmek durumundaydı. Hayvan daha yaparken fark edip bir kürek vasıtası ile buğday, arpa veya çavdara karışması önlenecekti. Harman tahtasının üzerine ağırlık yapması için bir taş parçası konurdu. Harmanda üstteki buğday sapları yeteri kadar ezildikten sonra bir ara verilir ve arada saplar bir yaba veya çatal tarafından ters çevrilirdi. Bu işlem bütün saplar samana dönene kadar devam ederdi. Harman bitiminde samana dönen saplar harmanın bir kenarında tığ (Koni şeklinde) şekilde yığılır ve makine için hazır hale getirilirdi. Henüz elektrik olmadığı için harmanda iş gücü öküz ve insan; harman makinesinde ise sadece insandı. Havalar sıcak olduğu için harman makinesi genellikle birkaç fener veya lüks lambası ışığında akşamları ve gece yarısına kadar çalıştırılırdı. Bir kişi harman makinesinin kolunu çevirir, bir diğeri buğday saman karışımını makinenin üstüne koyar, çocuklar ise genellikler harman makinesi altından çıkan buğdayı geriye doğru kıl cicimlerin (kilimlerin) üzerine çekerdi. Harman makinesinin kolunu çevirmek için genellikle iki kişi lazımdı. Biri yorulunca diğeri çevirmeye devam ederdi. Harman bitimi buğdaylar kıl torbalara, saman ise mereğe konurdu. Harman vurulurken konu komşu birbirine yardım ederdi. Çünkü yaz mevsimi kısa ve işler çoktu.

Her zamanki gibi çocuklar da boş bırakılmaz birçok tarım ve hayvancılık işinde çalıştırılırdı. Şimdi köye zevkle gelen o günün çocukları/gençleri bu günün orta yaşlıları/ihtiyarları öğrenciyken yaz tatilinde köye gelmek istemezlerdi. Çünkü köyde geçen zamanın çalışma bölümü, tatil bölümüne göre çok fazlaydı. Buna rağmen o günlerde tesis edilen arkadaşlıklar çok değerliydi. Bunu deniz kenarındaki yazlıklarda tesis edilen arkadaşlıklara benzetebiliriz. Köyden şehre göçler sebebiyle bazı dost ve akrabalarımızla ancak yaz tatillerinde tanışma imkânı bulabiliyorduk. Burada Karadeniz’in kendine has bir özelliği devreye giriyor. Her Karadenizli ister kendisi ister babası-dedesi burada doğmuş olsun, memleketini, toprakla bağını unutmaz ve buralara gelir. Bu bir aidiyet duygusudur. İnsanı toplum içerisinde güçlü kılan bu duygudur. Aidiyet bağı yalnızlığın panzehridir. Dostluk ve arkadaşlıkları da anlamlı kılan bu özelliktir. Ben de çocukluk yıllarımdan itibaren Ankara’da yaşamam münasebetiyle bazı şehre göçen köylülerimizi ancak bu tatiller de tanıma imkânına kavuştum.

Elde edilen buğday ve çavdar, ekmek yapımı için su değirmenine götürüp öğütülürdü. Arpa ise at ve eşek yiyeceği olarak, saman arasına karıştırmak için depolanırdı. Hayvanlar için en son toplanan ise ormanlardaki gazeldi. Gazel, harer denen oldukça büyük keten veya kıldan çuvallara doldurularak taşınırdı. Kışların uzun sürmesi durumunda hem gazelden hem de sonbaharda topraktan çıkarılmış olan gevenden istifade edilirdi. Geven esas itibarı ile besleyici değeri ve kalorisi yüksek bir bitkidir. Hayvanlara vermeden gevenin dikenleri dövülmeli/yakılmalı ve parçalara ayrılmalıdır. Gevenin yumuşaması için üzerine su da serpilebilir. Biçilen otların mereğe taşınması ve yerleştirilmesi, merek köşelerinin ve direk diplerinin sıkılaştırılması açısından özenle yapılması gereken ayrı bir işti. Çocuklar için merek üzerindeki hapenden otların üzerine atlamak ve bu ritüele yardım etmek hem bir iş hem de eğlenceydi.

Sonbaharın gelmesi ile beraber yoğun bir şekilde kışa hazırlık başlardı. Çünkü bazı yıllar kar 6 ay kalkmazdı. Bu da hazırlıksız yakalananları çok zorlardı. Sebze ve meyve dışında en önemli hazırlık kışlık et ihtiyacıydı. En az bir hayvan kesilir, etin bir kısmı kavurma yapılır bir kısmı da tuzlanırdı. Sonrasında bu etler bütün kış boyunca azar azar kullanılırdı. Taze fasulyeler kurutulur ki buna zuluf derdik. Tabi kuru fasulye ise olmazsa olmazımızdı. Ayrıca fasulye ve göbek lahanadan kurabildiğimiz kadar çok turşu yapardık. Çünkü bütün kış salata yerine tüketebildiğimiz sağlıklı bir yiyecekti. Keza kışlık armut ve ahlattan da turşu kurulurdu. Elma, armut, erik ve bulunan diğer tüm meyveler kurutulurdu. Kurutma işlemi açık havada serilerek yapılabildiği halde, ekmek fırınlarında daha kolay kurutulurdu. Bu meyveler kuru olarak yendiği gibi tatlı olarak hoşaf yapımında da kullanılırdı. Hatırlatmak isterim ki bugün de yaz meyveleri kurutularak lüks market ve pazarlarda satılmaktadır. Sonbaharda toplanan diğer bitkilerden bazıları ise kuşburnu, adaçayı ve kantaron otudur. Siyah çayın olmadığı zamanlarda bir sağlık iksiri olan yeşil çaylar ki biz genelde köy çayı deriz, yaz ve kış tüketilmekteydi. Bir diğer kışlık hazırlık ise hamur işleriydi. Kış için erişte ve siron yapılır, sonra kurutulurdu. Bir başka hazırlık tel veya ahşap kafeslerde kurutulan kurut ve karın kaymaklarıydı. Kış için yağlı, yağsız peynirler ve tereyağı tuzlanırdı. Eskiden günlük ekmek pek yapılmazdı. Özellikle kış gelmeden bir fırın ekmek yapılır, bir kısmı komşularla paylaşılır kalanı ise aylarca yemek üzere aynı fırında kurutulurdu. Kurutulan bu ekmekler mümkünse sandıklarda farenin giremeyeceği şekilde saklanırdı. Ekmek yapımında çocuklar da unutulmazdı. Onlar için golot tabir ettiğimiz küçük ekmekler yapılır, içerisine genelde yumurta bir kaçına ise yıkanmış/temizlenmiş demir para konurdu. Para konanı bulan çocuk çok şanslı olurdu. Şehirde çalışan büyüklerimizin köye gelişlerinde getirdikleri veya bir gelenle gönderdikleri beyaz ekmek bizim için çok ayrıcalıklı idi. O zamanlar yediğimiz karabuğdaydan yapılan ekmeğin besleyici değerinin ne kadar yüksek olduğunu bilmiyorduk. Ne mutlu bize ki Türkiye’nin karabuğdaydan un üreten ilk fabrikası 2019 yılında Kelkit, Gümüşhane’de açılmıştır.

Sonbaharla beraber kış için köyde üretilmeyen malzemelerin şehirden alınması gerekiyordu. Yılmaz ağabey’im çocukluk/gençlik anılarını anlatırken bu işin köyde bulunduğu süreçte kendi sorumluluğunda olduğunu söylemişti. Köyde üretim fazlası olan özellikle tereyağı ve peynirler paketlenir ve bir eşek yüküne ulaşınca, şehre satmaya gönderilirdi. Sabah köyden eşekle beraber çıkılır, yürüyerek ancak akşamüzeri Gümüşhane’ye varılırdı. O gün mallar satılır, geceleme bir hısım akrabada veya otelde yapılırdı. Ertesi sabah satıştan elde edilen para ile özellikle köyde üretimi olmayan toz şeker, kesme şeker, çay, pirinç, zeytin, gazyağı, sabun vb. malzemeler alınırdı. Ayrıca üst başa giyim için basma, pazen, iğne iplik gibi özellikle Sümerbank üretimi malzemeler de alınırdı.

Kış için yapılan bir başka hazırlık ise yakacak olarak kullanmak üzere tezek ve odun teminiydi. Tezek yapımının birçok metodu vardı. Duvara yapıştırıp kuruması beklenirdi ama çoğunlukla harmana serilir ve loğ taşları ile düzleştirip kurumaya bırakılırdı. Biraz kuruduktan sonra baklava dilimi şeklinde kesilerek iyice kuruması için piramit şeklinde dizilirdi. Bir başka temin yöntemi de basma tezeğiydi. Komlarda koyun ve keçilerin dışkısı temizlenmez, çiğnemeleri için bırakılırdı. Rutubet biraz fazla ise saman serilerek hayvanların rahatsız olması engellenirdi. Altta biriken bu karışım yeteri kalınlığa ulaştığı zaman baklava dilimi gibi kesilerek alınırdı. Domino taşı gibi birbirine yaslanır, kurumaya terk edilirdi. Koyun ve keçi gübresinin bir başka değerlendirme metodu daha vardı. Komdan günlük veya günaşırı süpürülen gübreler üstü ıslanmayacak şekilde yarı kapalı mekânlarda depolanır (Örtme tabir ettiğimiz alanlar olabilir) kışın büyükbaş hayvanların altına serilirdi. Bu formda kullanılan gübreye yerel olarak kuşk denmektedir. Odun ise daha çok kurumuş ağaçların kesilmesi ve dallarının budanması ile elde edilirdi. Kalorisi en yüksek ağaçlar bizim Pelit (Meşe) ve İspendam (Akça ağaç) dediklerimizdi. Çam, kavak ve govoksilo (içiboş/çürük) ağaçları hem kalorisi düşük hem de yanarken duman/is yapardı. Kışları evlerin bu soğukluğuna karşı ahırlar kendiliğinden yeteri kadar sıcak olurdu. Bunun iki etkeni vardı. Birincisi genellikle ahırın bir ya da iki duvarı zeminle hemzemin olurdu. İkincisi ise özellikle büyükbaş hayvanların nefeslerinin sıcaklığıydı. Yılmaz ağabey’im çocukluk anılarını anlatırken “Uzun kış gecelerinde evdekilere kızdım mı gidip ahırda yatmak isterdim.” demiştir.

Yazları gündüzler uzun olsa da erken yatılırdı. Çünkü bütün gün çalışacak iş olur ve çok yorulurduk. Kışları ise tam tersi yapacak iş az olduğu için daha geç yatılırdı. Dini bayramlar hariç eğlence günlerinin çoğu kış mevsimine denk gelirdi. Yeni yıl 31 Aralık/1 Ocak, Kalandar 13/14 Ocak, Nevruz 22/23 Mart ve Hıdırellez 5/6 Mayıs’ta kutlanırdı. Uzun kış gecelerinde önceleri idare lambası ve gaz lambası ışığında sonraları ise lüks lambası ışığında oturulur, yemekler yenir, hem sohbetler hem de el işleri yapılırdı. Evin her tarafını aynı anda ısıtmak mümkün olmadığı için bu sohbet ve yemekler evin hayat denilen yerinde yapılırdı. Evlerimiz taştan yapıldığı için duvar kalınlıkları 70 ila 100 cm’ydi. Akşamları yer ocağındaki veya kuzinedeki köze/küle patates gömülürdü. Patatesler pişmek üzereyken yazın tuzlanan etler közün üzerine konur, pişmesi ile beraber patatesle yenirdi. Etin üzerine yapışan köz parçalarını temizlerken elimin yandığını ama asla vazgeçmediğimi çok iyi hatırlıyorum. Özellikle büyüklerimiz için yemek sonrasının vazgeçilmezi kahve ise mangal veya ispirto ocağında yapılırdı. Köyün bir başka gerçeği de tavuklarımızdı. Hem tavuklarımız hem de yumurtaları bugünün deyimi ile tam organikti. Tereyağına kırılan yumurtanın tadı bir efsaneydi. Büyüklerimizin 5-6 yumurtayı bir seferde kırıp yediklerini hatırlıyorum. Tavuk eti ise ancak yumurtadan kesilen tavukların kesilmesi ile yenebilirdi. Çünkü tavuk önemli bir üretim aracıydı. Kesilen tavukların eti sert olurdu, yıllarca ve bütün gün sahada yemek için dolaşan tavuklar iyi kas yapardı.

Sokak lambası olmadığı için evler arasında gemici feneri ile gidip gelinirdi. Keza gerektiğinde ahır ve mereğe de gemici feneri ile gidilirdi.

Kadınların çilesi ütü ise ocak veya sobadan alınan odun közlerinin ütünün içerisine konulması ile elde edilen ısı sayesinde yapılırdı. Ütü sık sık sallanır ve yanlarındaki deliklerden giren hava ile sönmemesi sağlanırdı.

Yukarıda anlatılanlardan anlaşıldığı üzere, karınca misali yazın çalışılır, kışın tüketilirdi. Kışın bir zorluğu bacalardaki karların kürümesiydi. Çünkü evlerin çatısı yoktu. Evler toprak bacalıydı. Bu sebeple evin bacasına çok kar birikmesine müsaade edilmezdi. Tipinin hâkim olduğu bazı gece ve günlerde evlerin kapısı boyunca kar kaplanırdı. Sabah uyandığınızda dışarı çıkabilmek için önce kar temizliği yapmanız gerekirdi. Bunun için cümle kapısının hemen arkasında bir yaba bulunurdu.

Köyde kışın havalar sürekli sıfırın altında olduğu için demir aksanı çıplak elle tutmaman gerekmekteydi. Çocukluğunda kışları da köyde yaşamış olan Cevat ağabeyimin anıları arasında bunun tecrübesi vardır. ağabeyim: “Kapıyı açmak için tuttuğum demir çengele, elimin derisinin yapıştığını asla unutamam.” demişti.

Kışın gerçek zorluğunu, okumak için Aşağıköy’den gelen çocuklar çekerdi. Eğitim önce caminin yanındaki tek odada, beş sınıf birden karma olarak, daha sonra da Enavli’de yapılan yeni okul binasında yine tek odada beş sınıf birden karma olarak yapılırdı. Okulun sobası ise imece usulü öğrencilerin getirdiği tezek ve odunlarla yakılırdı.

Yeri gelmişken soğuk havalar için köyümüzdeki birkaç deyişten bahsedeceğim. Korkma zemherinin (Ocak) kışından, kork aprulun beşinden (Nisan 18), koca öküzü ayırır eşinden. Kurt uluyunca ya ayaz olur ya kar yağar. Mevsimlerle ilgili atasözlerimizin daha fazlasını “Manilerimiz ve Atasözlerimiz” bölümünde bulabilirsiniz.

Yaz ve kış yapılabilen ev misafirlikleri dışında sosyal faaliyetler arasında aşağıdakileri yazabilirim. Bırakın televizyonu köyde radyo bile yoktu. Bizim eve radyo zannederim ben doğmadan on sene önce, 1945’te alınmış. Orhan ağabey (Karakullukçu): “Köyde ilk radyo sizin eve alınandır.” demişti. Köyde elektrik olmadığı için radyonun biri silindir diğeri dikdörtgen prizması şeklinde kocaman iki bataryası vardı. Akü büyüklüğünde oldukları için uzun süre radyonun güç kaynağı olarak kullanılabilirdi. Evde radyosu olmayanlar bir araya gelir, özellikle haberler dinlenirdi. Cumartesi, pazar evin kapısında (avluda/örtmede) radyodan naklen verilen futbol maçlarını başta Yılmaz ve Zeki ağabey (Tufanlardan) ile arkadaşlarının dinlediği hatıralarım arasındadır.

Kışın çocukların en büyük zevki kızak ile kaymaktı. Kızak bulamazsan ne bulursan onun üzerinde kayardın. Bizim mahallede Kuri’den aşağıya doğru ben de kaydığımı hatırlıyorum. Tabi Emir’den aşağıya doğru kaymak daha uzun mesafe ve zevkliydi. Yazları çocuklar olarak beştaş, üçgen, çelik çomak, topaç, birdirbir, misket ve sek sek gibi oyunlar oynardık. Benim çocukluk arkadaşlarım arasında Karauçi’den Alaattin, Eşref, Turgay; Emir’den İbrahim, Hayati, Sedat, Mustafa, Resul, Nuri ve Fahri’yi sayabilirim.

Yeri gelmişken ne zaman başladığını bilmesem de çocukluk yıllarımda olağan hale gelmiş bazı ritüellerimizden bahsetmek isterim. Danaların her sabah Zinbonlar’ın dereye, taşın arkasına götürülmesi biz çocukların vazifesiydi. Köyde herkes çok çalışmak zorundaydı. Yani çocukların da mutlaka yapacağı birçok iş olurdu. Mesela sabah akşam sağılan koyun ve keçileri sağılırken tutmak da çocukların işiydi. Sağılan koyun/keçi komda ayrılmış olan diğer bölmeye konur ki sağılmayanlarla karışmasın. Vakit kaybını önlemek için biri sağılırken diğeri hazır edilirdi.

Akşamları ineklerin/koyunların gelişini Gelin Abla’nın evi önünden veya bacalardan izlemek hem büyükler hem de biz çocuklar için büyük bir keyifti. Ben/biz bunu askeriyedeki tadat törenlerine benzetirdim/benzetirdik. Bir başka ritüelimiz ise araç trafiğinin son derece az olduğu çocukluk yıllarımızda köye gelen kamyon kasasında Aymarina’ya kadar gitme keyfiydi. O zamanlar benzinle çalışan kamyonlar da vardı. Köye gelen araçlar daha Salih’in Kahve’den Ayaser’e doğru gelirken benzin kokusu rüzgârın etkisi ile köye kadar gelirdi. Kamyonun/arabanın köye gelişi ise daha 45 dakika-1 saat sürecekti.

Arabaların köye gelişi daha doğrusu köye gelenler, herkes için sevinç kaynağıydı. Çünkü muhtemelen içerisinde gurbetten gelen bir komşumuz bir yakınımız vardı. Bu gelişlerde gelenin şehirden getirdiği bir somun ekmeğin, en ufak bir hediyenin bizler için çok büyük bir anlamı vardı. Tabi bir başka hediyede okunmuş ve eski tarihli olsa da gazetelerdi.

Eskilerde gurbetin anlamı bir başka idi hatta daha çok hüzün ve özlemdi. Gurbete çalışmaya veya okumaya giden aile fertlerinin aklı sürekli geride bıraktıklarında kalırdı. Köyde para kazanma, geçinebilme imkânları az olduğu için her evden birileri mutlaka gurbette olurdu. Gurbet Almanya’ya çalışmaya gidenler için daha da zordu. Ulaşım imkânları çok zor ve fazla zaman aldığı için gurbettekiler sık sık gelemezdi. Geleceği zamanı öyle planlardı ki köydeki işlere maksimum katkı yapabilsin.

Bir başka gerçek de bazı ailelerin kış mevsimini Gümüşhane, Trabzon, İstanbul ve Ankara gibi muhtelif şehirlerde geçirmesi ve baharla beraber geri dönmeleriydi. Bu gidiş ve gelişlerin ama özellikle gidişlerin kendine mahsus bir ritüeli vardı. Araba yollarının inşa edilmediği, otomobil ve kamyon imkânının olmadığı dönemlerde at ve eşekler hazır edilir, sonbahar geldi mi gidiş için hazırlıklar başlardı. Atlar, eşekler yüklenir ama yürüyemeyen yaşlılar hariç herkes yürüyerek Zigana Dağı geçişine veya Hamsiköy’e kadar giderdi. Çünkü hayvanların sırtında daha çok köyden şehre götürmek üzere hazırlanan köy üretimi malzemeler olurdu. Bu malzemelerin en önemlileri kurut, kaymak, peynir, tereyağı gibi süt ürünleri, patates ve soğan gibi sebzelerdi. Yine tuzlanmış ve kavrulmuş etler de götürülenler arasındaydı. Netice olarak şehre giden bu insanlar da bir zamanlar burada yaşamış oldukları için burada hazırlayabildikleri kadar çok malzemeyi götürürlerdi. Bunlara erişte ve sironu da dâhil edebiliriz. Bunun ekonomik yönü kadar duygusal yönü de vardı. Ben annemden hatırlıyorum, buradan giden malzemelerle kendini köyde hissetmek isterdi. Ankara’da durduğu altı ay, onun için hiç bitmeyecek gibi bir süreydi. Uğurlama Karakaban yolundan Trabzon’a gidecekler için Zironi’den; Zigana Boğazı’ndan gidecekler için Hanzara’dan (İspele) yapılırdı. Kırklı yılların başında muhtemelen 1942 senesinde Trabzon’a giderken çekilen bir fotoğrafta Orhan ağabey (Karakullukçu) atın terkisinde görülmektedir. Bu gidişler hem giden hem de kalan için çok zordu. Herkes ağlar ve birbirinden helallik alırdı.

Yeri gelmişken biraz da komşuluk ilişkilerinden bahsetmek isterim. Şüphesiz ki hayat sadece güzelliklerle dolu değildir. Ama insanlık güzel olanı anmalıdır. Benim anılarımda hep güzellikler vardır. Şimdi unutamadıklarımdan bazılarını sizinle paylaşmak isterim.

Mesela çocukluk yıllarımda Memduha Yenge’nin bizi unutmadan yapmış olduğu güllaçları ben de unutamıyorum.

Eski Türkçeyi iyi bilmesi sebebiyle babamdan kalan doküman ve kitapları bıkmadan bana tercüme eden/okuyan İhsan Amca’yı (Karakullukçu) unutamıyorum.

Babamın rahatsızlığı sebebi ile 1961 sonbaharında annemle beraber Ankara’ya gitmesi üzerine, oruç tutan Mediha ablamı (1962 Şubat) sahurda uyandırmak için evlerinden bizim eve ip çekerek zili çalan Rahime teyzeyi unutamıyorum.

Malzeme (genellikle ot) yüklü atıyla bize veya herhangi bir komşuya kahve içmeye diye gelip, sohbete dalan ve yüklü hayvanı uzun süre yüküyle bekleten Mahmut amcayı (Öztürk) unutamıyorum.

Neriman ablamın düğün yemeğinde (1960) rakı içip evin semerlemelerini ve komun çitlerini yıkan Mahmut amcayı (Öztürk) unutamıyorum.

Artık anonim hale gelen Mahmut amcanın (Öztürk) geceleri yüklü atıyla Aşağıköy’den Emir’e gelirken yolda ayıyla karşılaşmaları ve birbirlerine bakıp yollarına devam ettiklerini (Bu karşılaşmalardan bilinenlerinden birisi Mehelle’deki orman bölgesinde; diğeri ise bir çeşme başında olmuştur) unutamıyorum.

Yılmaz ağabeyimin anlatılarından, Süleyman amcama kaçan Lütfiye yengemi (1940’ların ilk yarısında) geri almak için evimizin kapısını baltayla kırmaya çalışan Mahmut amcayı (Öztürk) (Lütfiye yengem halasının kızıydı, bu ziyareti halasının ricası ile yapmıştı. Komşumuz Vecihe yenge de Mahmut ne konuşuyorsun benim bildiğim Lütfiye, Süleyman’ı kaçırdı demişti…) unutamıyorum.

Evi köyün en doğusunda olması sebebiyle gece yarısı Öküzyatağı’ndaki mallara kurt vurduğunu fark eden ve sesini bacalardan köylüye duyurmaya çalışan Zarife nenenin (Şanvar) kimsenin duymaması üzerine silahı omuzunda Öküzyatağı’na hareket ettiğini ama bu sırada öküzlerin kurtları kovaladığını unutamıyorum.

Bu arada birçok genç okuyucumuzun bilemeyeceği bir bilgiyi paylaşmak isterim. Yazları büyükbaş/küçükbaş hayvanlar yaylada konaklayabilir. Koyun ve keçiler için komlar yapılır, orada yatan çoban ve köpekler nezaretinde güvenlikleri sağlanır. İnek ve öküzlerin ise böyle bir korumaya ihtiyaçları yoktur. Öküzler ve boğalar orada yatan inekleri çevrelerler. Herhangi bir vahşi hayvan saldırısında öküzler/boğalar birlik olur ve o hayvanı/hayvanları kovalar.

Hem babamın Yılmaz ağabeyime anlatısını bana aktarmasından hem de Süleyman amcamın bana anlatımından: Hüsnü dedemin babası Süleyman Efendi’yle beraber Kelkit’te bulunan 27 atıyla, İran’dan ipek ticareti yaptığı sırada babası Süleyman Efendi’nin hastalanması ve ölmesini müteakip Hüsnü dedemin ticareti bıraktığını,

Yine babamın Yılmaz ağabeyime anlatılarından, Dedem Hüsnü Efendi’nin Galos’ta bulunan okul ve müştemilatını Rumlardan devraldığını ve içerisinde bulundurduğu koyunlardan 39 tanesini kurtların kırık pencereden girerek boğduğunu,

Dedemin babalarından kalan misafirhanesinin, bir yangın sonrası kullanılmaz hale geldiği,

Ziya amcanın (Osman Karakullukçu oğlu) Zega ve Cadağalara çıkan ama aşınan yaya yollarını her yaz yeniden açtırması unutamadığım köy anlatılarındandır.

Köy halkı olarak eğlenceyi ve eğlenmeyi severiz. Bu Rumlardan yana böyle geldi ve böyle gitmektedir. Annem anılarını anlatırken çok çalıştıklarını ama özellikle kış gecelerinde gece geç saatlere kadar kemençe eşliğinde eğlendiklerinden bahsederdi. Benim çocukluk yıllarımda da aynı düzen devam etmekteydi. Sadece dönemine göre bu eğlencelerin düzenleyicileri değişmiştir. Köy, yayla köyü olmasına rağmen bazen daha yükseklerdeki çeşme başlarına eğlenceye gidilirdi. Cemal amca (Karakullukçu) eğlenceye giderken yiyeceklerimizi ama özellikle rakılarımızı taşımak için bir küfeci seçerdik demişti. Aynı şekilde Mahmut ağabey (Karakullukçu) de eğlenceyi çok sever, bulduğu her fırsatı değerlendirirdi. Eğlence bazen bir evde başlar ama daha rahat horon oynamak için harmanlarda devam ederdi. Hasan Karakullukçu’nun (Tufanlar) kemençe çalışı ve Rumca dâhil türkü okuyuşu herkesi coştururdu. Rumca söyleyebilenler arasında Mahmut Öztürk ve ben hatırlayamasam da babam Temel Karakullukçu da vardı. Kemençe çalanlar arasında Hasan Uçar’dan da bahsetmeden olmaz. Aşağıköy’de de çok güzel kemençe çalanlar vardı. Mustafa Mutaf (nam-ı diğer Garip Mustafa) ve Murat Bıçakçı (nam-ı diğer Bekçi Murat) unutamadıklarımız arasındadır. Köyümüzde bugün de benzer eğlenceler, aynı coşku ile olmasa da devam etmektedir.

Hülasa köyde yaşam, benim yaşadıklarım, katkı koyan arkadaşlarım ve büyüklerimin anlatımıyla böyleydi.

Bu arada hayatın bir başka gerçeğinden de burada bahsetmeden geçemeyeceğim. Yapmaya çalışacağım dünyamızın muhtelif yerlerinde ve 1960’lardaki yaşam standardı farklılıklarımızı vurgulamaktır.

Benim hatırladığım kadarı ile biz 1950 ve 1960’larda köyümüzde yukarıda anlattığım şartlarda yaşarken, Ruslar uzaya insanlı araç gönderecek; Yuri Gagarin, 12 Nisan 1961'de Vostok 1 aracıyla yaptığı uçuşla Dünya yörüngesine başarıyla ulaşan ilk insan olacaktı. Amerikalılar ise Ay’a insanlı araç gönderecekti. Neil Alden Armstrong 21 Temmuz 1969’da Ay'a adım atan ilk insan olarak tarihe geçecekti. Tabi bu demek değildir ki bu ülkelerin her noktası aynı refah seviyesine sahipti.

Bununla beraber mürekkep yalamışlar listemizden (Ek-30) anlaşılacağı üzere köyümüz standart Anadolu köylerinin oldukça üzerinde bir seviyede eğitim almış insan potansiyeline sahiptir.

Bu durumu biraz olsun analiz etmek isterim. Dünyamızın her tarafında ve maalesef her zamanında gelir seviyeleri sebebiyle sosyal yaşamda/refah seviyesinde bu farklılıklar olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Dünyamızda bir yerlerde hâlâ elektrik ve suya erişememiş insanlar yaşamaktadır. Birleşmiş Milletler raporlarına göre; 844 milyon insan, içme suyu hizmetine erişemiyor. Dünya nüfusunun dörtte birinden fazlası olan 2,1 milyar insan temiz suya ulaşamıyor. Yine dünyada elektriğe ulaşamayan 1,3 milyar insan olduğunu ve bu rakamın 2030 yılına kadar azalmayacağı belirtilmektedir. Bu standart farklılıkları Sümerlerde, Mısırlılarda, Çinlilerde, Osmanlı’da ve bugün Amerika Birleşik Devletleri’nden Rusya’sına kadar her coğrafyada görmek mümkündür. Afrika ülkelerinin durumundan bahsetmek bile istemiyorum.

Demem o ki ben bu durumu geldiğim yaş itibarı ile yadsımıyorum. Belki bir gün daha adil bir dünya olacaktır diye hayal etmek istiyorum ama gördüğüm kadarı ile bazı farklılıklarımız daha doğuştan gelmektedir. Bu sebeple belki de mutlak eşitlik yaradılışa aykırıdır ve hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Mutluluğun ise daha adil dağıtıldığına inanıyorum. Çünkü herkesi mutlu edecek bir yaşam biçimi mutlaka vardır, yeter ki kişi istesin.

 

Not-1 : Uğurtaşı köyü ve çevresinde kullanılan bazı yerel kelimeleri Ek-28 ‘de bulabilirsiniz.

Not-2 : Osmanlıca belgeleri tercüme ederken kullanılan Osmanlıca kelimelerin Türkçe karşılıklarını Ek-29’da bulabilirsiniz.

Not-3 : Köyümüzde yaygın olarak yapılan yemeklerin listesini Ek-35’de bulabilirisiniz.

Uğurtaşı Köy Kitabı
Cahit Karakullukçu'nun Uğurtaşı kitabını indirmek için tıklayınız.

Detay
Soy Ağaçları
Uğurtaşı köyünde yaşayan Türk sülalelerinin soy ağaçlarını inceleyebilirsinizDetay
Foto Galeri
Uğurtaşı köyü fotoğraflarını görüntülemek için tıklayınızDetay